21 Ekim 2016 Cuma

Sevmek de yetmiyormuş, çok eskiden rastlaşacaktık


Önceki sayıda Jim Jarmusch’un Broken Flowers’ından başlayarak bu film kritikleri bölümüne kendi adıma garip bir giriş yapmıştım. Evvela doğuya ait yani sanatsal manasıyla sinemanın klasik evresine dahil olan örneğin Japon Sineması’yla başlamak yerine sinemayı elinde tutan başat film endüstrisine yani Hollywood’a protest bir duruşun en güçlü sembollerinden yönetmen, yazar ve aynı zamanda da oyuncu olan biriyle Jim Jarmusch’la başladım. Bu bilinçli bir tercih değildi ama sinemayı gişenin dışına çıkartıp nerden izlememiz gerektiğini düşünmemizi hatırlattığı için küçük bir örnek olabildi.
Belirli deneyimsel tutumların yer yer devrimler yaptığı sinema tarihinin bahsedilen deviniminin postmodern sanat içinde halka inmesi gibi bir şey artık sözkonusu değil, en azından sanatsallığıyla inmesi sözkonusu değil. Örneğin Quentin Tarantino’nun son filmi The Hateful Eight’in konusu, sorusu vesair konuların atlanıp gazetelerde, dergilerde film için ilk olarak 70mm çekilmiş olmasının gözümüze gözümüze sokulması garip bir kanıttır. Sinemanın ampirik durumunun bugün için 3D, yeşilperde, Miramax vs. gibi teknik durumların dışına çıkamaması izleyicinin, basit bir şekilde medyanın etki durumu içinde yoğrulan izleyicinin yöneltildiği yerdir sanırım.
Bu etkinin izleyicide oluşturduğu sanatsal boşluk, yani medyanın sağladığı bu imkansızlık durumu için de vizyonun, gişenin ve medyatikliğin en azından ilk film kadar dışında bir şeyden bahsedeceğim, “Çok Tuhaf Çok Tanıdık”[1] bir şey. Lütfi Akad’a ait bir film Vesikalı Yarim. İlk yazıda da yaptığım gibi önce Akad’dan bahsedeceğim, kendisine aramızda “Koca Çınar” demiyoruz ama diyenler var Türkiye’deki sinemayı o dönemin sanatsal medyasından belki de sinemasal imkansızlıklarından ötürü tiyatrocuların elinden alan adam, tıpkı Vesikalı Yarim’de Halil’in Sabiha’yı pavyonlardan kurtarmaya çalışması gibi bir durumdan bahsediyoruz filme bu gözle bakarsak ortada çok ironik bir durum olmuş oluyor ama bu yazının konusu değil.
Vesikalı Yarim filminin içine girmeye çalıştığımızdaysa çok modern bir çatışmanın içinde buluyoruz kendimizi, Broken Flowers için söylediğim kaosun anlama dahil olması durumu burda çok faklı bir boyutta kalmış, kaosun anlamdan itelenmesi isteğine dönüyoruz ve bu politik bir diğer deyişle modern bir durumdur. Bir şeyi bir şeyden kurtarmak demek a durumuna bağlı olan şeyi artık a durumundan çıkarmak demektir biraz da, bu sözkonusu duruma bir özgürlük katar. Yani bahsedilen durum eğer hala a durumuna bağlı bir şeyse, o durumu a durumundan kurtarmadığınız halde a durumunu da sevmek durumunda kalırsınız çünkü ortada olan kurallar bulunduğunuz mekân ilgilendiğiniz duruma ait değildir. Halil’in Sabiha’yı o pavyondan kurtarmak için verdiği kavga bunun toplumun yapısı içinde senaryolaşmış başarılı bir örneği. Hatırlarsak Sabiha’yı sevebilmek, Sabiha’yla çok önceden karşılaşmamış olmasının[2] açığını kapatmak için Halil, sahip olduğu bütün nesneleri bir köşeye itmek zorunda kalmıştı.
Vesikalı Yarim’in medyatik bir özetinde romantik bir durumda klişe bir ifadeye imkansız aşkın peşinde iki kişi görürüz. Elbette haber yapma gücünün azınlık deneysel ifadeleri yok etmesinin sonucudur bu. Ben konunun etik bölümünü irdeleyerek bakmak istedim çünkü her film mümkün ya da mükün olmayan olaylardan oluşur, ve sanat biraz da taklit barındırır[3]. Vesikalı Yarim’de bir nevi bu konumdadır.
Ahmet İnam aşk için “Bir anlama, kavrama, duyma, kısacası bir olma, oluş serüvenidir. Heideggerci bir terminoloji kullanırsak, varlığın kendini bize sunma biçimidir.”[4] demiş. Halil sıradan bir manavdır, filme konu olan toplum içinde muhafazakar bir ailenin çok da muhafazakar olamayan ama dürüst ve ahlaklı bir personasıdır. Arkadaşlarıyla meyhaneye gidip bir gece ‘efkar dağıtırken’ gördüğü Sabiha’ya aşık olmuştur. Bu olay, yani genel bir aşk durumu için söylememiz gereken bir şey belki de, Halil’in hayatında doğumundan sonra yaşadığı en büyük olaydır aşk ve Halil, Sabiha gibi bir kadına sözkonusu pavyona bir ‘küfe’ meyve getirip hediye edebilecek saflıkta biridir, bir kadına ya da Sabiha gibi bir kadına ne hediye edeceğini bilememektedir ama bir şeyler hediye etmek durumundadır da ayını zamanda. Bu sevgi durumunda filmde, bir sevgi durumuna rağmen etik problemler ortaya çıkacaktır. Birincisi Halil’in aşık olması etik bir durum mudur? diye sorabiliriz çünkü Halil evli bir adamdır. İkincisi Sabiha’nın Halil’i oyalaması etik bir durum mudur? çünkü Sabiha düşmüş bir kadındır ve Halil’i sürekli bir kötülüğün içine sürüklemesine rağmen, erkek karakteri yılmadan yormaktadır. Üçüncüsü Halil’in evli ve çocuklu olmasının Halil’e getirdiği sorumluluklara, Halil’e kazandırmış olduğu aile yapısına ve vicdana rağmen Halil’in çocuklarını ve eşini bırakıp böyle bir durumda bırakması doğru mudur? bu soruya direkt yanlıştır diyebilirdik ama bu sefer Spinoza’nın etiğiyle bakacak olursak Halil’in iç dünyasında onu mutlu edecek tepkimeler verebilecek olan bu durumu tekrarlamasının etik oluşunu atlamış olacağız. O zaman aşk Halil için bir sorumluluktur ama peki ailesi Halil için bir sorumluluk değil midir?. Bu üç soruyu sordum bu konular da sizi filmle baş başa bırakıyorum.
Film karakterlerinin çocuksu bir iyilik anlayışı var, çok saf çok büyük fedakarlıklar yapılır bu aşk için ve yine hiç olmayacak şeyler görmezden gelinir aile için Halil’in babasının oğlu hakkında ki tutumu böyledir, Halil’in Sabiha için içinde bulunduğu ve bir türlü kurtulamadığı durumlar böyledir, Sabiha’ya sanırım şu ana kadar çok haksızlık ettik söylemeliyiz ki Sabiha’nın da yaptığı bir çok şey buna dahildir, hatta filmin sonuna geldiğimizde anlarız ki en büyük fedakarlığı Sabiha yapmıştır.
Vesikalı Yarim ve Lütfi Akad üzerine söylenebilecek daha bir sürü şey var. Filmin kendi ekseninden çıkıp Türkiye Sineması’na, bu ülkede ki izleyiciye ne yaptığı konusuysa değinmek mesela bu şeylerden biri. Lütfi Akad Vesikalı Yarim’i 1968’de İstanbul’da çekti, filmin konusu aşk ve 1968’den sonra Türkiye’de yapılmış sinema tarihine dahil konusu aşk olan hiçbir film bir daha Vesikalı Yarim filminin büyüklüğünden kopamadı, bu tarihten sonra çekilmiş neredeyse bütün aşk filmlerinde etkisi vardır. Hatta etkisi bugün bile azalmış değildir örneğin Halil’in Sabiha’yı evine ilk defa bıraktığı sahnede, ev Beyoğlu’nun herhangi bir yerindedir, Halil Sabiha’yı bırakmış dönerken Sabiha dönüp Halil der. 2014’de aşk temalı yeni bir film çekildi uyarlandığı metni romancı İlhami Algör’ün yazdığı bir film, Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku[5]. Filmde bir sahne az önce bahsettiğim Sabiha’nın evinin önünde çekilmiş yani mekan aynı, Arif Müzeyyen’i eve bırakıp dönerken Müzeyyen dönüp Arif der diyalog aynı. Karakter rollerini bile Vesikalı Yarim’le arasılık kullanarak okuyabiliriz dahası kamera açıları bile aynı olabilir! Bunun kurduğu görüntülerarasılık bize bu topraklarda Vesikalı Yarim’in ne kadar önemli bir film olduğunu yeteri kadar anlatıyor sanırım.
Bu yazının sonuna geldik, aslında bu sayıda yine Amerikan sinemasından bir film anlatacaktım, bu sefer Chicago denen bir Hollywood filmiydi anlatacağım film ve Rob Marshall’ın Oscarlı bir yapıtıydı. Filmin konusunun medyayla sıkı bir ilişkisi olmasından ve bu sayının da dosya konusunun medya olmasından dolayı o filmi anlatmak istiyordum. Bunu şimdi söylüyorum çünkü arada güme gitmesini istemem, vaktiniz olursa onu da izlemenizi tavsiye ederim.
İyi seyirler diliyorum.



[1] Metis Yayınları, 2005
[2]Replik:
Sabiha: Sevmekte yetmiyormuş, çok önceden rastlaşacaktık.
[3] Konu için fazlasıyla eski bir metin mevcut, Aristoteles’in Poetika’sı. Ben Can Yayınlarından okudum kitabı ama Bilim Sanat Yayınlarında Nazile Kalaycı direkt Yunancadan çevirmiş, bu konuda takıntıları olanlar varsa diye bunu da belirtiyorum.
[4] http://phil.metu.edu.tr/ahmet-inam/askta.htm
[5] Yönetmen: Çiğdem Vitrinel, 2014
Roman: İlhami Algör

küfe dergi 7

Broken Flowers by Jim Jarmusch


Burada bir film hakkında söylenebilecek birkaç ayrık şey birleşiyor. Filmin adını başlıkta görüyorsunuz, genel olarak bir filmden her zaman bir filmin olduğundan çok daha fazlasını bekler ve eğer konu edindiğimiz film bir gişe filmi değilse bazı insanlar olarak onun suyunu çıkartıp bir şeyler öğrenmeye çalışırız. Burada tam olarak Jim Jarmusch’dan ve onun bir filmi Broken Flowers’dan bahsedeceğiz. Ama önce Jarmusch’un Amerikalı ve Hollywood’a dâhil olmayan bağımsız Amerikan Sinemasının en önemli isimlerinden biri olduğunu söylememiz gerekir.
Filim, minimal bir varoluş meselesini Don Johnston üzerinden işlemeye çalışır. Burada söz konusu olan toplum modern aşamayı tamamlamış ve postmodern diye nitelediğimiz duruma geçmiştir. Sözkonusu durumda on dokuz yıl sonra bir çocuğu olduğunu öğrenen yeni nesil Don Juan’ımız Don Johnston şaşırmamıştır bile. Yine de bu durumda bir oğlu olduğunu öğrenen başkarakter Don kendi monoton karmaşası içinden çıkmak için bir yol bulmuştur ama kendi üzerine bir anlam konusunda hiçbir fikri yoktur. Bu konuda bir karar verebilmek için buna tanık olmak gerekiyor.
Var olduğu bilinen ama nerde olduğu ve annesinin kim olduğu bilinmeyen bir çocuk, kimden geldiği bilinmeyen bir pembe mektup. Anneyi ve çocuğu aramak için çıkılan bir yolculuk. Eğer ortada tek bir kadın ve bir çocuk olsaydı diyebilirdik ki normal bir kurgu yapılabilir ama değil. Tam olarak kaotik bir yapı söz konusu. Buna bağlayarak diyebiliriz ki şu durumda aranan anlamda kaosa dâhil olacaktır.
Film içerisinde bir takım göndermeler mevcut bunlardan en neti ziyaret edilen ilk evde Lolita diye bir kızın olması, Nabokov’a bir göndermedir. Nabokov’un Lolita’sına. Kadınlarda pembe, kırmızı gibi renklere göndermeler aşk konusunu bu taraftan kadınsal bir dürtü olarak görmesi Jane Austin’e göndermedir. En önemlisi bir sezgi durumunda bulunan Camus’nin Yabancı’sına yönelen ilk sahnelerdir.
Filmin ilk sahneleri Camus’nün Yabancı’sını anımsatır. Don Johnstone için birine herhangi bir şekilde bağlanmak, vazgeçmek gibi olumsak ya da olumsuz herhangi bir durumun gerçekleşmesi durumlarına engel olan hiçbir şey yoktur ama “ne istiyorsun?” diye soru sorulduğunda gelen cevabın olumsuz olması hiçbir şey ifade etmez. Yine de böyle bir durum da bile büyük sebepler küçük sebepleri yutmak zorundadır. Yani bu noktadan sonra artık sistemsiz bile olsa bir yere ulaşmak durumundadır Don. Artık Yabancı’da olduğu gibi bir şeyleri düşünme vakti gelmiştir. Bu karmaşa içinden çıkabilip uzun bir yolculuğa çıkma cesaretini bulabilmesinden anlayabildiğimiz bir şey varsa o da budur.
Filmde ölen sevgilisinin mezarına giden Don mezara çiçeği bırakırken aslında ölen o kadın için değil kaybolan anlam için ordadır. Çünkü temel meselesi kendi için bir anlam bulmaktır. Yolculuğun son safhasında farkederiz ki anlam aramanın kendisi de bir karmaşa hatta bir şizofreni oluşturur, bilakis geldiğiniz nokta gördüğünüz her şeye “acaba bu mu?” demenize yol açabilir. Don’un oğlunun annesini ararken gördüğü her yalnız çocuğa kendi oğluymuş gibi bakıyor olması anlamın o toplum içinde ne kadar benzer şekilde dağıldığını gösteriyor, oğullarını arayan babalar, babalarını arayan oğullar vesaire.

Jim Jarmusch’un belkide en basit filmlerinden biriydi Broken Flowers, çıtası o kadar yüksek bir yönetmen ki Jarmusch irdelenmese bile vuran, en ham izleyicileri bile post-kurgularıyla etkileyen filmler yapma konusunda bir usta sayılır. Bu yazıdan sonra Jim Jarmusch’la tanışırsanız eğer bir şekilde bu da bu yazının bir kazanımı olacaktır.
küfe dergi 6